Perşembe, Ekim 30, 2008

düğme ile gözgöze gelmek

*

Diğer insanlarla zamanla kronikleşen sorunlarınız olmuştur. Sorunu isimlendiremiyor dolayısıyla çözemiyorsanız, "onun yüzünden" ile başlayan cümleleri, olayları öfkeyle tekrar tekrar sıralarsınız. Biri bize yeter derse O da öfkemizden nasibini alır. Çoğu zaman gerçek soruna bakıyor ama göremiyor oluruz.


Bu, bana elektrik düğmelerini anımsatır.


Karanlıkta elektrik düğmesini görmek zordur. Şöyle ki;

Doğrudan düğmeye bakarsanız göremezsiniz onu. Ama başka bir şeye odaklanırsanız düğme görünür olur. Çocukken sık sık bu oyunu oynardım, düğmeyle göz göze gelme oyunu. Bir kere bile olmadı.


Doğrudan olaya baktığımızda, sadece o an'ı görürüz, filmin son karesinin fotoğrafını. Ama kendimize odaklandığımızda filmin tamamını görme şansımız olur. O kareye ulaşana kadar olanları. Sonuç çok şaşırtıcı olabilir. Sorun, sandığınız şey olmayabilir.


Benim kronik bir hastalığım vardı, beni perişan eden, bağışıklık sistemimi çökerten. İstemiyordum, nefret ediyordum bundan. Çaresiz hissediyordum. Birgün kendi karşıma geçip neden? nasıl? niye? ne zaman? dedim kendime. Kaçamak cevaplar verdi bana ben önceleri ( çok acıttı, kızdırdı, ezdi, çıldırttı,terletti) çok sıkıştırdım. Sorular cevaplarını buldukça görüntü netleşti ve sonunda kendimi sorunun tam karşısında buldum. Sandığım şey değildi, beklediğim bu değildi. Ama karşımdaydı ve netti. Bu kadar açık ve net olunca , cevapları aramak kolaylaştı.

Bilmemek korkutur.


Sonuç olarak; Anahtarı buldum ve gidip onu açtım ve odaya ışık doldu. Oh be! Bunca zaman boşuna karanlıkta oturmuşum.


**Ben değerliyim, tıpkı diğer kum taneleri gibi.**

**




Cuma, Ekim 24, 2008

heykel



Eskiden insanların bitmiş heykeller olduğunu düşünürdüm. Bir bebek olarak ailelerinin eline doğduklarında, ham bir heykel malzemesi olduklarını ailelerin de heykeltraşlar olduklarını. Heykeltraşlar taslaklar hazırlar ve bunu uygularlar. 18 Yıl sonra artık heykel hazırdır. Ve diğer heykellerin arasındaki yerine yerleştirirler. Heykelin başarısı, heykeltraşlarının iyi ya da kötü olmasına bağlıdır ve heykel bittiğinde bir daha değişmez.

*

Kendimi iyi-kötü skalasında vasat/eksik bir yerde buluyordum. Heykeltraşlarım uyumsuz, kararsız, heykel yapımının temel bilgilerinden yoksundular ve gelişigüzel çalışmışlardı. İlk iş denememde, sağlam sandığım önemli parçalarım kırıldı. Ayakta durmamı sağlayacak önemli parçalardan yoksundum. Böyle nasıl ayakta durabilecektim diğer heykellerin arasında? Başka heykellerin üzerine devrilmeden? Daha da kötüsü yere devrilip tuzla buz olmadan?

*

Bir gün, elinde kırmızı kalemleri ile biri girdi hayatıma. Sürekli yeni planlar, yeni dallar çiziyor her karşılaşmamızda bunları denemiş, beğenmediklerini silmiş ve başka kırmızı dallar ve onlara da yenilerini eklemiş oluyordu. Ben şaşkındım, anlayamıyordum gözlerim bitmiş bir heykel arıyor, ama her defasında başka bir form buluyordum. Esnekti, kolay kırılmıyordu ama kırılacak olursa da kendini yenileyebiliyordu. Benimse sadece gözlerim vardı hareket eden ve onu takip ediyordu.

*

Bir gün beni salladı. "Heykel gibi durmaktan vazgeç çünkü değilsin. Boşuna vakit ve enerji kaybediyorsun."

Heykel çatırdamaya dökülmeye başladı, en korktuğum şeydi olan. Parçalara ayrılıyorum, yok oluyorum, hala ayaktayım?, görüyorum ve hareket ediyorum, haaa, ne??!???

*

Heykel Bahçesi yıkıldı. Tüm heykeller yerini, bir dakika yerinde duramayan şekil değiştiren binbir garip yaratığa bıraktı. Ben yavaş da olsa hareket ediyorum. Yıların heykelinin bir anda hareketlenmesi kolay değil elbette. Yine de kendime şanslıyım diyorum, hala kendini heykel sanan çok insan var artık onlardan değilim.

*

Kırmızı Kalem beni aradı geçen gün. Artık uzak bir ülkede yaşıyor, kalemiyle çizdiği dallar onu oraya götürdü. Buluştuk ve geçmişte birbirimize kazandırdıklarımızı konuştuk bir süre . İkimizin de geldiği şimdiki noktalarda biribirimizin parmağı var.

Selam sana Kırmızı Kalem, Kedila'nın hamurunda mayası olan. Hayat bize neler hazırlıyor, biz neler yapacağız yaşayıp göreceğiz. Ama şimdi bir mola : Kahve içelim mi?

Perşembe, Ekim 16, 2008

neden?



*
Sunshine ile konuşuyorduk. "Neden" dedi "neden dilediğim herşey olma yolundayken, saçmalamaya başlıyorum ve sonunda da olmuyor?".
Bunları konuşurken ben de isteyip de yapamadıklarımı düşündüm. Aslında kaçtıklarım demeliyim. Sahi, neden bu kadar isterken aynı hızla ters istikamete gidiyorum ben?

*
Bu sefer Beyaz Tavşan'ın Beş defa Neden Yöntemi'ni kullanacağım.
Problem: Neden bir şeyi bu kadar yapmayı/olmayı isterken, aynı anda ters istikamete gidiyorum ben?


1.N) Korkuyorum. Neden korkuyorsun?
2.N) Becerememekten, yarım bırakmaktan. Neden beceremeyeceğini düşünüyorsun?
3.N) Yapacağım şeyi beğenmeyecekler, eleştirecekler, hayal kırıklığına uğrayıp bırakacak ve bir daha elimi sürmeyeceğim. Çünkü ne yaparsam yapayım olmayacak. Neden beğenilmeyecek, eleştirilecek?
4.N) Yeni başladığım için eksik ve yanlışları olacağı için eleştirilecek. Eksik ve yanlış olduğunda ne yaparsın?
5.N) Düzeltmek için çalışırım. Peki düzeltmek için ne yaparsın?


**Sorarım, araştırırım ve yeniden denerim.**


Kök neden: İstediğim şeyden kaçma nedenim, olma yolunda giden araçları kullanmayışım: araştırmak ve yeniden başlamak.

Kendimi şimdi nasıl hissediyorum?
Hiç fena değil. İyi.
*
Peki, Sunshine için sorun nedir? O, araştırır, adım atar, çalışır yeniden başlar ve başarıyla ilerlemektedir de (kendini sabote edinceye kadar).
Ya da şöyle diyelim:

Sunshine meyve ağacı yetiştirir, bunu başarıyla yapar ama iş meyveleri toplamaya gelince korkuya kapılır, meyveleri ya çürür ya da başkaları toplar. Oysa meyve istediği için ağaç yetiştirmiştir.

İşte burada filmi durdurur ve sorar: Neden?
*
Pekala şimdi, şunu soruyor olabilirsiniz bana: Sunshine ın derdi seni niye gerdi?
Bulaşılıcılığı nedeniye. Herbirimizin yaşadıkları, düğümleri ve çözümleri biribiririni öyle ya da böyle etkiliyor. Tüm insanlar biribirlerini etkiliyorlar. Eğer her insan kendini iyileştirirse, başkalarını da iyileşme yönünde etkilemiş olacak. Bir problemi çözdüğünde, diğerleri için de anahtar olacak.


Bu yüzden sunshine'ın derdi ve çözümü beni de iyileştirecek.
*
not: fotoğraf CavallinoDimare'ye ait.
*

Cumartesi, Ekim 11, 2008

...


Bir zamanlar küçük bir kız, uzun bir sahil yolunda yürüyüşe çıkmış.Gökyüzü alabildiğince mavi, deniz ışıltılı ve etrafındaki insanlar kum taneleri kadar çokmuş, deniz kıyısında, kumsalda ve yolda. Her birinin dili farklıymış dünyanın dört bir tarafından gelen bu insanların. Ama hiçbirinin gözleri yokmuş. Kız, şaşkın, gidip bir kafe ye oturmuş etrafını izlemeye başlamış, görmeden konuşabilen insanları. Oysa kız a göre kelimeler konuşabilmenin bir yönüymüş, insan kelimelerin anlatamadığı başka şeyleri de ifade edebilmeyi başarabilirler diye düşünürmüş: beş duyusu ile aldığını insan, beş duyusu ile verir. Ve gözler kalbin aynasıdır.

O zaman anlamış ki insanlar kalplerini böyle saklarmış diğerlerinden . Böylece yara almadan koruyabilirlermiş birbirlerinden. Kız anlamış. Çünkü kalbin yaraları zor kapanır.

Kız büyüdükçe gözlerini kapamayı öğrenmiş ve istemedikçe açmamayı. Ve başka bir şeyi daha öğrenmiş, insanların görünmeyen bir gözlerinin de alınlarının tam ortasında olduğunu. Küçük kızın o zaman göremediği buymuş. İnsanlar iç gözleri ile görüyormuş.

Her zaman kelimelerin anlatamadıklarını anlatmayı başarmış, beş duyusu ile aldığını beş duyusu ile vermeyi: oyuncu olmuş.

Cuma, Ekim 10, 2008

muz bahçeleri




Hepimiz bir yetenekle doğarız. Küçükken yeteneğimizin şekillendirdiği hayaller kurar ve ömrümüzün sonuna kadar bunu gerçekleştirmeyi isteriz. Hayallerimizi yaşamımıza taşıdığımız oranda kendimizle barışık yaşar ve sonumuzu huzur içinde kabul ederiz.

*

Hayallerimiz şekillendikçe karşımıza hep iki seçenek çıkar: SEÇ ya da TERKET.

*

Hayalini yaşamayı seç ve yalnız kal, aç kal, itibarsız kal, pişman ol ve acı çek.

Ya da hayallerini terk et, gerçekçi ol, mantıklı ol, kazanmayı seç.

*

Kimse kimseye benzemez. Herkesin kendi yolu vardır. Gerçeği kendisine aittir. Kimse başkasının yolunda, kendisine ait olmayan ayakkabılarla yürüyemez. Yürümek için harcadığı çaba onu kendi yolundan uzaklaştırmak ve hasta etmekten başka bir işe yaramaz.

*

Bir zamanlar küçük bir kız varmış. Bahçeli bir evde yaşarlarmış. Dut ağaçlarına tırmanır,kimsesiz yavru köpekleri besler, öğle sıcağında ağaç gölgelerinde oturup kitap okurmuş. Kitaplarla dolu, kocaman bir muz bahçesi olan bir evde yaşamayı hayal edermiş. Dünyanın en güzel muzlarını o yetiştirecekmiş.



Ama bir gün uyandığında ona artık büyük bir kız olduğunu, böyle yaşayamayacağını geleceği için yapması ve yapmaması gereken şeyler olduğunu söylemişler. Kız öylece kalakalmış. Ama neden? Ne değişti bende?

Onu okullara göndermişler. Başarılı olmuş, elbet bir gün istekleri bitecek ve ben de kendi istediklerimi yapabileceğim diye düşünmüş. Hala umut var.


Yıllar geçmiş. Yaşamının en önemli kararını verme zamanı gelmiş. Karşısına o iki seçenek çıkmış: SEÇ ya da TERKET...





Şimdi karşımda oturan O Kız, başkalarının ayakkabılarını giymekten yorgun, hasta, muz bahçelerini çoktan geride bıraktığını düşünüyor. Şimdiki gerçeğinin bambaşka olduğunu ve sorumluluklarını..





Muz bahçeleri hala senindir. Sen onu hayal ettiğin sürece er ya da geç senin olacaktır. Kendi ayakkabılarınla yürümeye başladığında, kendi yoluna ulaşabilmen zaman alacak ama hem sağlığına hem de muz bahçene kavuşacaksın.






Hadi..

Salı, Ekim 07, 2008

deniz kokusu, martı çığlığı

Kartpostal tadında bir zamandı bu. Deniz kokusu, deniz tadı, alabildiğince mavi, martı çığlıkları, kediler yumuşacık kucağımıza gelen, balık tutanlar ve onlardan balık tutan kediler, kediler ile kovalamaca oynayan küçük insanlar, kahkahalı sohbetler, anın içinde mayışma....
**
An'ı yaşamak buna denir.
**